Dünyamız ve coğrafi bölgemiz her zaman olduğu gibi maalesef yine zor bir dönemden geçiyor. İnsanlık olarak uygarlığın, teknolojinin ve eğitimin ilerlemesine rağmen, beklenenin aksine şiddetten, savaşlardan, saldırganlıktan ve ırkçılıktan arınamıyoruz. Peki neden? Bugün bu meselelerden özel olarak ırkçılık ile ilgili konuşacağım. Neden ırkçılıktan arınamıyoruz? Neden ırkçılık hala var? İlk bakışta, ırkçılığın tarihinin diğerlerinden daha yeni olduğunu, çünkü ırk kavramının insanlık tarihine göre oldukça yeni olduğunu, bu nedenle de ırkçılık meselesinin modern bir mesele olduğunu düşünebiliriz. Peki gerçekten öyle mi?
İnsanlar, tarihin bir noktasında ten renklerine, diğer görünür özelliklerine ve geldikleri yerlere göre ayrılmaya başlamış; başka bir noktasında ise bu ayrımlar, “ırklar” diye söz edilen şeyin içerisine yerleştirilmiştir. Tabi bunun seyahat araçlarının gelişimi ile de yakın bir ilişkisi var. İlk önce bu farklılıkları ve sınıflandırmaları seyyahların, gezginlerin seyahatnamelerinde okumuşuzdur: Şurada şöyle farklı görünüşleri olan bir topluluk var gibi. Bir noktada bu farklılıklara kimi kişilik özellikleri de eklenmiş ve bu görünüş farklılıkları, kişilik özellikler ile ilişkilendirilmiş olabilir. Belirli bir ırkın görece daha tembel, daha beceriksiz veya daha az zeki olması gibi.
Tarihteki bu noktalar kimi tarihçilere göre 15. Yüzyıl Avrupa’sına kadar dayansa da ırk kavramına daha önce sahip olmadığı entelektüel tutarlılığı veren ilk düşünür 18. Yüzyıl sonunda Immanuel Kant olmuştur. Bu unvanın Aydınlanma filozofu olarak ün sanan Kant’a ait olması da büyük bir ironi. Kant, Güzel ve Yüce Duygusu Üzerine Gözlemler eserinde, “birisinin baştan aşağı kara olduğu gerçeğinin onun aptal olması için açık bir kanıt olduğunu” söylemiştir. Bir aydınlanma filozofu için talihsiz bir açıklama.
İlk defa bir sözlüğe girdiği 1930’larda ise Oxford Sözlüğünde iki farklı kavram olarak yerini almıştır. Türkçe’de böyle bir ayrım olmasa da -ikisini de ırkçılık çevirisiyle karşılarız- bu kavramlardan ilki olan racism şöyle tanımlanmıştır: “belli başlı insani özelliklerin ve yeteneklerin ırk tarafından belirlendiğini öne süren teori”. Diğer kavram olan racialism tanımı ise şöyleydi: “diğer ırklardan insanlara karşı -özellikle de kültürel ve ırksal bütünlüğe ve ekonomik refaha tehdit oluşturduğu düşünülen en yakındakilere karşı- önyargı ve düşmanlığa yol açacak şekilde, özel bir ırkın üstünlüğüne inanmak”. Bu tanımlarda dikkatimizi çekebilecek iki şey var. İlki bu ön kabule göre ırk olmadan ırkçılık olmaz. Bu da bizi ırkçılığın yalnızca ırkın gerçekliğini reddederek darbe vurabileceğimiz bir şey olduğu yanılsamasına düşürür. İkinci nokta ise kişinin konforuna ve keyfine tehdit oluşturabilecek kişilerin en yakınındaki yabancılar olduğu gerçeğidir. Bu iki meseleyi de detaylandıracağım.
İlk vurgu bize ırkçılığın eğitimle önünün alınabileceğini ima eder. İlk olarak literatüre biyolojik bir kavram olarak giren ırkların aslında var olmadığını veya var olsa bile belirli insani özelliklerle ilişkisi olmadığını insanlara öğretebilirsek ırkçılık biter. Bu bugün size anlatmaya çalışacağım Lacancı bakış açısına göre doğru değildir çünkü ırkçılığın hala devam etmesinin nedeni, bunun eğitimle ilgili olmamasıdır. Irkçılık bilinçdışının yapısıyla, yani bugün size tanıtacağım iki Lacancı kavram olan jouissance ve fantazi ile ilişkilidir. Irkçılığın bu yapısından kaynaklı verdiği psişik doyum sayesinde ırkçılık güç kaybetmeden varlığını sürdürmektedir. Eğer böyle bir fayda söz konusu olmasaydı bu kadar eğitimin, hassasiyetin, politik doğruculuğun olduğu bir yerde artık kimse ırkçı olmazdı. Hatta günümüz batı dünyasında ırkçılık ile ilgili politik doğruculuk o kadar fazladır ki normalde olması beklenmeyen yerlerde bile eşit ırksal dağılım yapılmaya çalışılmaktadır. Örneğin bunu özgün eserle çelişmesi uğruna bazı dizi veya film uyarlamalarında görüyoruz. Örneğin yüzüklerin efendisinin dizi uyarlanmasında siyahi Elflerin varlığı -ki Elfler bembeyaz bir ırk olarak tasvir edilmişti- veya İskoçya’da geçen tarihi tragedya Macbeth’in son Amerikan uyarlamasında Macbeth’i siyahi aktör Denzel Washington’un canlandırması -İskoçya’da o dönem siyahi bir soylu olması hiç de beklenen bir şey değildi- gibi. Ama bunun işe yaramadığını biliyoruz. Çünkü yine aynı batı dünyasında en eğitimli ve modern görünen gruplar bile -kendi aralarında bile olsa- ırkçı söylemlere devam etmekte, ırkçı şakalara gülmekte, dünyanın her yerinde açıktan ırkçı propaganda yapan partilere oy vermektedirler. Yapılan araştırmalarda yine bu en eğitimli grupta bile farklı ırktan komşu seçimine yanaşmadıkları ortaya çıkmaktadır.
Irkçılığın bilinçdışıyla olan ilişkisine geçmeden önce bir ayrım yapmam gerekiyor. Az çok bilinçli olan bir ideolojik ırkçılık ve bilinçdışında kendine yer edinen fantazi olarak ırkçılık farklı ele alınması gereken şeylerdir. Elbette ırkçılığın ideolojik bir yanı vardır, onun ekonomik ve siyasi bileşenleri bulunmaktadır. Burada ırkçı fantaziyi ele alacak olmam, bilinçli mücadele ile az çok zayıflatılabilecek olan ideolojik ırkçılığı görmezden geldiğim anlamına gelmemeli; aksine onun altında yatan ve buna zemine hazırlayan fantaziyi gözler önüne serme girişimi olarak algılanmalıdır.
Şimdi ırkçılığın bilinçdışı kökenini anlamak için bir parantez açarak, kısaca Lacan’ın iki kavramı olan jouissance ve fantaziden bahsedeceğim, sonrasında bu kavramların ırkçılık ile ilişkisine odaklanacağım. Jouissance, içerisinde aynı anda hazzın ve acının imkanını barındıran, haz deneyiminin ötesinde -fazlalığında bunaltı olarak da deneyimlenebilen- farklı türde bir tatmin şekline göndermede bulunan, kişinin varlığına ve bedeninin gerçeğine içkin bir tür aşırılıktır. Lacan, bu kavramın çevrilmesini önermese de sıklıkla dilimize keyif olarak çevrilmektedir. Ben de bu sunumda keyif kavramını, jouissance ile aynı anlamda kullanacağım.
Lacan’ın jouissance’ı, Freud’un libido kavramından hareketle türettiğini söyleyebiliriz ama Lacan’ın formüle ettiği son haliyle jouissance, libidodan uzak bir kavramdır. Bu kavrama en yakın Freudcu kavramı bulmak istersek bu, Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu’nda bahsettiği, öznenin uygarlığa giriş için vazgeçtiği dürtü tatmini ve feragat ettiği keyiftir. Özne doğumunda, -Lacancı anlamda- henüz üzeri çizili olmayan bir öznedir yani tüm dürtü nesnelerini beraberinde tutan, doyumundan feragat etmeyen bir haldedir. Sonrasında ise -nevrotik senaryoda- dile girer yani Uygarlık veya Öteki tarafından üzeri çizilir. Artık bölünmüş bir öznedir; anneden, memeden, birlik hissinden sonsuza dek kopmuştur. Bölünmüş özne (Ich-Spaltung), bir yandan uygarlığa uyum sağlamış ama karşılığında jouissance’ını feda etmiştir. Sonradan anlamlandırdığı haliyle ondan çalınmış bir jouissance vardır; bu artık Öteki’nin jouissance’ıdır. Nevrotik öznenin sonrasındaki yaşamı, bu mitik zamanda kendisinden çalınmış jouissance’ı tekrar elde ettiği senaryolara temel sağlayan bir fantazi inşa etmek, sonrasında ise bu fantazi çerçevesince kaybettiği jouissance’ı ona geri kazandıracak kayıp nesnenin peşinde koşmaktan ibarettir. Jouissance’ı tarif ederken söylediklerimden hareketle şunu anlayacaksınızdır: Bu koşturma beyhudedir çünkü hem bu bölünme yapısal olarak geri dönüşsüz şekilde olmuştur, kayıp nesne, elde edilebilecek, varoluşa gelebilecek bir nesne değildir; hem de böyle bir jouissance ile karşılaşma kişide yoğun kaygı uyandıracak, ona yaklaşması dahi bunaltıcı, yok edici olacaktır. Özne için bir yandan bu fantazi işlemeli, arzusunun nedeni olan bu nesnenin peşinden hareket etmelidir; bir yandan da arzulamaya devam edebilmek için tam doyuma hiçbir zaman ulaşmamalıdır.
Lacan, ünlü ayna evresi formülasyonunda, egonun imgesel bir öteki aracılığıyla kurulduğunu tarif etmektedir. İmgesel düzlemde, yani ayna görüntüsünde bana benzer olan ama bazı simgesel koordinatlar sayesinde kendimi ondan sıyırabildiğim bir küçük öteki vardır. Önce ötekinin imgesinde kendimi tanırım, sonra Öteki’nin beni tanıması -yani toplumsal tanınma- sayesinde kendimi ondan farklı bir ben olarak inşa ederim. Bu öteki, en yakınımdaki yabancıdır. Ayna evresiyle tesis edilen bu imgesel düzende, öteki hem aşkın hem nefretin, kıyasıya rekabetin muhatabıdır. Küçük öteki, hem imgesinde kendi imgemi gördüğüm, dolayısıyla kolaylıkla özdeşleştiğim bir varlıktır; hem de onun elinde tuttuğu nesneyi sırf o tuttuğu için istediğim ezeli rakibimdir. Bu aşk-nefret denkleminde öteki hem keyfi sayesinde keyiflendiğim bir özdeşleşme nesnesi hem de keyfimin önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle, jouissance’ı elinden alınmış olan üstü çizili özne, onu her zaman ötekinin sahasında arar. Kendisine en çok benzeyen yabancıyı bilinçdışı bir zeminde kendi keyfini çalmakla suçlar. Bir öteki, her zaman daha fazla keyif alır. Lacan buna artı-jouissance der. Artı-jouissance Lacan’ın Marx’ın artı-değer kavramından hareketle ürettiği bir kavramdır. Artı-değer nasıl ki kapitalizmde işçinin emeğinin kapitalist tarafından el koyulan kısmıysa artı-jouissance da öznenin keyfinin Öteki tarafından el koyulan kısmıdır. Bu artı-jouissance’ın da gerçeklik içerisinde ötekinin tarafında yer aldığı varsayılır.
Onlar bu dünyanın nimetlerinden daha fazla yararlanır, daha çok gezer, daha çok sevişir, daha güzel yemek yerler. Jouissance’ın tümü, yalnızca ötekinin erişimine açıktır. İnsanlar, kendisi gibi kaygılı ve mutsuz olmayan, yataklarında huzurla uyuyan asemptomatik öznelerin var olduğuna dair bir yanılsama içerisindedirler. Bu, çocukluk dönemine dair nostaljidir ve bu oradaki keyfin, ötekilerin yaşamına yansıtılmasıdır. Lacan bu durumla ilgili; kendi keyfinden vazgeçen nevrotiğin, bunu imgesel bir ötekine aktardığını ve onu kafesteki bir hayvanın kıskanç gözleriyle izlediğini söylemektedir.
İşte Lacancı bir bakışla ırkçı fantazinin temeli burada yatmaktadır. Irk kavramının gelişmesi, bilimsel ve entelektüel bir nitelik kazanmasıyla birlikte ırksal öteki, fantazideki engel görevini layıkıyla görmektedir. Öteki’nin jouissance’ına dair fantazi, ırk kavramı sayesinde kolektif bir yapıya bürünür.
Başkalarıyla temel bir fantazi yapısını paylaştığımızda bu durum kolektif olarak gerçeklik diye deneyimlediğimiz şeyin temelini oluşturur. (Amerikalıların komünistlerden korkusu, orta doğuda her ülkenin bir diğerinin her an saldıracağından korkması vs.) Belirli bir toplumsal grup bu fantaziyi ortak deneyimlediğinde ortaya belirli ırklara dair belirli değişmez inançlar ortaya çıkar. Irkların var olduğunu ve ırkların bazı kişilik özelliklerini belirlediğini düşünebiliriz. Ancak gerçekte olan, bu fantazideki artı-jouissance ile ilgilidir ve ırksal ötekinin jouissance’ını bizimkinden farklı bir şekilde yaşamasıdır.
Irkçılıktaki tüm argümanlar, ötekinin hak etmediği artı-jouissance ile ilgilidir. Irksal öteki, ya yeterince çalışmayıp çok keyif yapar ya fazla çalışıp çok para kazanır; ya çok kadını, çok karısı vardır ve onların keyfini sürer ya da aile yapısı yoktur ve gündelik ilişkilerle çok keyif alır veya kötü kokan yemekler yer veya çok gürültü yapar. Bu ötekilerin sahip olduğu artı-jouissance kıskanılır. Onların yasaya tabi olmadıkları varsayımı kıskançlıklarının başat nedenidir. Çünkü onlar vergi vermezler, fatura ödemezler, istedikleri kadar çocuk doğururlar, ahlaki kuralları hiç sayarlar, yenmesi uygun olmayan şeyleri yerler. Ait olanların yapmayacağı işleri onlardan daha düşük ücretlerle yaparlar ama yine de keyif alıyor gibi görünürler. Her seferinde bu şikayetleri yapan kişilerden daha fazla keyif alan taraftadırlar.
Irkçı bir fantazi kurmanın yani fantazinin nesnesi olarak bir ırksal öteki inşa etmenin ikili bir işlevi vardır. Bir yandan bu ırksal öteki, kendi fantazilerinde yer alan arzu nesnesine erişmesindeki engel haline gelir. Yani özne için kaybettiği jouissance’ı ona geri kazandıracak mitik nesneye ulaşmasının önündeki engel ırksal ötekidir. Onlar olmasa, kapıyı açtığında komşusu olarak onları görmese, daha keyifli, daha sessiz ve daha güvenli bir mahalleye; aynı şehirde veya ülkede olmasalar daha iyi bir gelir düzeyine sahip olacağını düşünür. Kendi başarısızlıklarını, mutsuzluklarını, eksiklerini açıklamanın iyi bir yoludur bu. Bir ırksal öteki inşa etmenin ikinci işlevi ise ırkçının kendine yakın ve özdeşleşebileceği bir yabancı bulabilmesidir. Düşünün, bir mahalleye bir yabancı geldiğinde, sakinlerinin gözünde en çok ilgi çeken, en merak edilen kişi bu yabancı olur. Onun yaşam tarzına özel bir merak duyulur, gözlemlenir, hakkında konuşulur. Buradaki soru onun jouissance’ı ile ilgilidir. Bu öteki nasıl keyif almaktadır? Jouissance’ı herkesten farklı olduğu için toplumdan hızlıca ayrıştırılan ve aidiyetsiz bir öteki haline getirilen bu kişi veya kişiler, aynı zamanda özdeşleşme aracılığıyla keyif alınacak kişiler haline de gelir. Bu da popüler kültürdeki cinsellikle ilgili bazı klişelere bir açıklama getirir. Örneğin siyah erkekler cinsellik alanında beyaz erkeklerin alamadıkları bir şekilde keyif alır, doğu toplumlarındaki erkekler harem vb. gelenekler sayesinde cinselliği keyfince yaşar. Bu klişelerde bahsettiğimiz ikili işlevi görürüz; hem bu öteki erkekler beyaz erkeğin başarısızlığına bir açıklama sunar. Hem de onlara özdeşleşebileceği bir keyif biçimi sunar. Böylelikle ırkçı fantazi, ırkçılığa kapılan öznenin kendisini suçlu olarak görmek mahcubiyetinde kalmadan suçluluğun keyfini sürmesini sağlar.
Peki jouissance için neden aidiyetsiz/dezavantajlı bir grubu ayrıştırmak gereklidir? Ve neden aidiyetsizlerle özdeşleşme aracılığıyla alınan keyif veya jouissance, eşit tanınmayı paylaşan özdeşlerin yer aldığı bir topluluk içerisinde elde edilemiyor? Niçin bu keyfi yeniden elde edebilmek için yakındaki bir yabancıya ihtiyaç var? Buna verilebilecek iki yanıt var.
İlki toplumsal tanınma meselesi ile ilgilidir. Toplumsal tanınma imkânsız bir şeydir. Çünkü otoritenin bizden ne istediğini bilemeyiz. Bu belirsizdir çünkü toplumsal tanınmayı bir birey olarak bize verebilecek bir otorite yoktur. İster çalışkan bir öğrenci ister çok başarılı bir psikiyatrist ister çok zengin bir sanayici olun; bu nihai toplumsal tanınmaya ulaşamazsınız. Birilerinin sizi tanıyıp bilmesiyle tabi ki saygı görürsünüz, iyi bir hayat yaşarsınız ama içeriden biri olduğunuzun şüphesi hiçbir zaman giderilemez. En sonunda içeride olduğunuzu yani aidiyetinizi anlamak için dışarıda olduğundan emin olduğunuz bir aidiyetsizlik figürüne ihtiyacınız olacaktır. Tıpkı ayna evresinde benim, o değil de ben olduğumun güvencesi olan o küçük öteki gibi. Çalışkanlığınızı keyfini sürmek için sizden daha tembel bir öğrencinin, zenginliğinizin keyfini sürmek için sizden daha fakir birini görmeniz gerekecektir. Çocukların ve hatta ergenlerin, sahip oldukları bir şeye sahip olmayanlarla açıktan dalga geçmelerinin nedeni budur. Daha az popüler olmalarıyla, daha kilolu olmalarıyla, daha kısa olmalarıyla vesaire. Geçilen her dalga, kendi aidiyetlerini güvence altına almalarına yardımcı olur ama aidiyetleri asla bütünüyle güvenli hale gelmez.
Bununla yakın ilişkide olan ikinci yanıt ise keyif ve arzunun farklı şeyler olması; bu ikisinin kaynağının da farklı olmasıdır. Kişinin, yalnızca Öteki aracılığıyla tesis edilmiş olan simgesel düzen içerisinde arzulayabilmesi mümkündür. Lacan, yasanın ve arzunun bir ve aynı olduğunu söylemiştir. Arzulamak bir sınırın, yasanın varlığı ile mümkündür. Özneler, toplumsal otorite figürlerinin taleplerine karşılık olarak arzular. Nasıl arzulayacağımızı, toplumsal otoritelerin neyi arzuladıklarını yorumlayarak öğreniriz. Lacan’ın çok bilinen formülasyonunda olduğu gibi: “Arzu, Öteki’nin arzusudur.” Jouissance ise bu bakımdan arzunun tersidir. Arzu ilerlemediği anda, yönümüzü jouissance’a döneriz. İlk yaptığımız tanımdan da hatırlayabileceğimiz gibi jouissance, öznenin dile girmesiyle birlikte, sosyal bağa, uygarlığa girişi uğruna feda ettiği şeydir. Dolayısıyla jouissance, simgesel sistemin içerisinde yer almayan, temsil edilemeyendir. Anlamlandırma sistemine dahil edemediğimiz, yalnızca Öteki’nin jouissance’ı olarak deneyimleyebileceğimiz bir şeydir. Bu nedenle kendi keyfimizin izlerini, yalnızca simgesel düzenin -toplumsal söylemin- dışında, aidiyetsizlerin alanında bulabilirmişiz gibi gelir. Ve yine tanımından çıkarsayabileceğimiz gibi bu jouissance, mitik bir zamanda, henüz öznenin kurulumunda kendi bedenimizle, bedenimizin gerçeğiyle ilişkili olan bir keyiftir. Bu nedenle onu Ötekinin sahasında aramak aldatıcıdır.
Bu son söylediğimin şeyin imkânı, ırkçılıktan çıkış yoludur aynı zamanda. Kişi, ırkçılık aracılığıyla deneyimlediği keyfin kendi jouissance’ı olduğunu görüp bu keyfi ırksal ötekiyle ilişkilendirmeyi bıraktığında ırkçı fantazinin dışına çıkar. Kişi, engel olarak konumlandırdığı bu ötekinin, kişinin kendi keyfine mâni olan birisi değil, onun aracılığıyla ürettiği jouissance’ın kaynağı olduğunun ayırdına varmalıdır. Şöyle demiştik: Arzu ilerlemediği anda, yönümüzü jouissance’a döneriz. Bu boğucu jouissance ile karşı karşıya gelmemek, Lacan’ın ünlü tavsiyesinde olduğu gibi arzumuza sahip çıkma yoluyla mümkündür. Yönümüzü arzumuza dönmemiz, ilk etapta duyulabileceği gibi otoritelerin taleplerinden şaşmamamız anlamına gelmez. Aksine, bu taleplerden yola çıkarak ve nihai toplumsal tanınma diye bir şeyin olmadığı, taleplerin arkasının boş olduğu gerçeğinden geçerek, bu boşlukta, yokluk noktasında kendimize simgesel bir konum inşa etmek demektir. Arzumuza sahip çıkmamız, Öteki’de izini aradığımız jouissance’ın, öznenin kurulumunun koşulu olan yapıdaki eksiğin etrafında dalgalanan kendi jouissance’ımız olduğunun farkına varmak, üstlendiğimiz keyfimize gösterenler aracılığıyla yeni bir yön vermek anlamına gelir. Özetle ırkçılıktan çıkış yolu, başkasının benden daha çok keyif aldığı fantazisinden vazgeçmek, eksiği yani kastrasyonu kabul etmek, arzumuzu üstlenmek ve ilerletmekten geçecektir.
*Bu metin, 60. Ulusal Psikiyatri Kongresi’nde 02.11.2024 tarihli “Saldırganlık ve Ayrımcılık: Lacancı Perspektif ile Neler Söylenebilir?” isimli panelde sunulmuştur.
Комментарии